top of page

FREUD’UN JUNG’U

Barış İlhan

Ağustos 1999'da Cumhuriyet'te yayınlandı

 

Jung’un Keşfedilmemiş Benlik kitabını yayına hazırlarken çeşitli tepkilerle karşılaştım. Kimileri Jung’un bütün kitaplarının Türkçe’de yayınlanmış olduğunu söyledi, (oysa bu kitap sayısı bir elin parmaklarını geçmez). Birisi Jung’un Türkiye’de hiç tanınmadığını bu nedenle kitabın satılmasını istiyorsam önce Jung’u tanıtmam gerektiğini belirtti. En ilginç tepkiyi ise bu sabah bir başka şehirde yaşayan bir arkadaşımla telefonda konuşurken aldım. Jung’un kitabının baskıdan çıktığını söylediğimde biraz duraksadı ve "Freud’un Jung’u mu?"dedi. Jung’un Türkiye’de tanınma biçimini bu kadar özlü anlatan bir ifade olamazdı. Gerçekten ülkemizde Jung dendiğinde aklımıza hemen Freud gelir. Çünkü biz esas Freud’u tanırız, Jung’u da onunla mektuplaşmalarından tanırız. Zaten hepsi de bu kadardır.

 

Jung’un konferansları, analitik psikolojisi bizde yayınlanmıştır, ama meslek veya konu dışı insanların anlaması biraz zordur. Kitapçılarda bulunabilen bir diğer kitabı da Psikoloji ve Din üzerinedir. Özet olarak Jung adı bilinmekte, ama Jung’un söyledikleri bilinmemektedir. Yaşamı boyunca esrarengiz olarak kabul edilen konularla ilgilenen ve bu ilgisiyle bilinçdışı kavramına ve psikolojiye büyük katkılarda bulunan Jung’un adı ülkemizde kendi esrarengizliğini korumaktadır.

 

Eğer yaşamı sadece aklınızla, mantığınızla rasyonalist bir şekilde algılayabileceğinizi düşünüyorsanız Jung’u anlamanız biraz zordur. Jung yaşamın açıklanması zor bir diğer boyutunun varlığından asla kuşku duymadan yaşamıştır. Çocukluğundan itibaren mistik, okült konularla ilgilenmiş, bunları insan ruhu ile bağlantılı olarak açıklamaya çalışmıştır. Jung’un odaklandığı nokta insan ve insanın dış dünyayla ilişkisi değil, insanın kendi benliği ile ilişkisidir. Freud’un psikanalizin son noktası bir başka insanla olgun bir ilişki kurabilmekken, Jung’un analitik psikolojisinin son noktası bireysel ruhun büyüme ve gelişme sürecidir. Yani diğer insanlarla ilişkileri nasıl olursa olsun, insanın kendisini bütünleşmiş hissetmesi, kendisiyle barış yapmasıdır.

 

Aslında arkeolog olmak isteyen Jung, ailesinin ekonomik koşullarının elvermemesi nedeniyle Basel üniversitesinde tıp okumuştur. Okulu bitirdiğinde cerrah olmayı düşünürken okuduğu bir psikiyatri ders kitabı sayesinde fikrini değiştirmiştir. Pozitif bilimlere, nesnelliğe inanan ve bu özelliği ile önemli bir bilim adamı olan Jung, aynı zamanda din, felsefe ve yaşamın anlamı gibi öznel konularla çocukluğundan itibaren uğraştığı için, psikiyatriyi, birbirlerine karşıt görünen, nesnellik ile öznelliği birleştirebileceği bir alan olarak görmüştür. Diğer yandan insan ruhuna hançer vurup onu iyileştirme arzusu bir yaraya bıçak atan bir cerrahın veya kaybolmuş bir kültürü kazmasıyla gün yüzüne çıkartmaya çalışan bir arkeoloğunkine de çok paralel görülmektedir. Nitekim ilerleyen yıllarda, Jung arkeoloji tutkusunu Tunus’a, Sahra Çölü’ne, Afrika’ya geziler yaparak ve ilkel kabileler arasında yaşayarak bir ölçüde tatmin etmiştir. Bu gezilerinin amacı farklı kültürleri ve bu kültürlerin eskiden beri özümsedikleri sembolleri araştırmaktır. İnsanlık için evrensel olan sembolik dilleri araştırması astroloji, Tarot ve I-ching ile gelişmiştir.

 

Ayrıca Jung bir ara iyice içine kapanmış, dünyayla ilişkisinin iyice zayıfladığı ve görsel sanrıların yaşandığı bir dönem geçirmiştir. Bu dönem büyük olasılıkla psikotik bir içerik taşıyordu ve Jung bu dönemden kendi ruhu ve evreni ile bütünleşmiş olarak çıktı. Jung’un kolektif bilinçaltı kavramı, semboller ve rüyalara yaklaşımı bu bütünleşmenin sonucu hissedilmiş olanların formüle edilişidir. Tüm bu deneyimler sayesinde İnsan ve Sembolleri, Kolektif Bilinçaltı, Arketipler gibi çok değerli kavramları geliştirmiştir. Son derece mistik bir çok hissedişi tamamen rasyonel, neredeyse bir matematikçi veya fizikçi objektifliğiyle sunan Jung, bir insanın reenkarnasyona inanmasının veya bütün insanları büyük bir İnsanlık Ruhunun bir parçası olarak kabul etmesinin veya bir şaman gibi doğanın, suların ve göklerin ruhuna inanmasının veya meleklerden, şeytandan bahsetmesinin kişiyi kendisiyle çelişkiye düşürtmeyeceğini savunmaktadır. Yani Jung’da Freud’un pozitivizminden eser yoktur, ama sanki Freud’la bir tartışmayı sürdüren bir üslup içindedir.

 

Jung’un bir diğer önemli düşüncesi de senkronisite yani zamandaşlık kavramıdır. Jung yaşamımızdaki bazı tesadüflerin bir anlamı olduğunu düşünmektedir. Buna kısaca "anlamlı tesadüfler" diyebiliriz. İç dünyamız bir şekilde hazır olduğunda, öyle tesadüfler yaşarız ki bunlar yaşamımızı değiştirecek nitelikte olabilirler. Belki de doğru zaman, doğru yer, doğru insan düşüncesi de zamandaşlığı anlatmaktadır.

 

Senkronisite ülkemizde fazla tanınan bir kavram değildir, ama Jung’un insanları psikolojik açıdan içedönük ve dışadönük olarak sınıflandırması günlük dilimizde çok kullandığımız bir kavramdır. Jung’a göre bilinç ve bilinçdışı birbirlerini karşılıklı olarak dengelemektedirler. Bilinçli davranışta gözlenemeyen bir şey insanın bilinçdışında gizlenebilir. Aşırı dışadönük bir insanın içinde aşırı içedönüklük bulunabilir. Örneğin görünüşte çok çapkın bir insan içinde aşırı ahlakçı bir unsur barındırabilir. Orta yaşa kadar komünist olarak yaşamış bir insan aniden koyu bir dindar olabilir. Aşırı iyi görünen bir insanın içinde yıkıcı duygular olabilir. Bu aşırı uçlardan kurtulmanın yolu bireyleşmek ve bütünleşmektir. Yani insanın kendine özgü benliğini iyi-kötü, aydınlık-gölge olarak ayırmadan dengelemesidir. Bu da insanın kendisini tanıması demektir.

 

Jung Keşfedilmemiş Benlik kitabında bu konuyu şöyle anlatıyor:

" Birçok insan ‘kendini tanımayı’ bilinç düzeyindeki ego kişiliğinin bilgisi ile karıştırır. Biraz ego bilincine sahip herkes kendisini tanıdığından emindir. Ama ego sadece kendi içeriğini bilir, bilinçdışını ve onun içeriğini bilemez. İnsanlar kendilerini tanıma derecelerini çevrelerindeki ortalama bir insanın kendisini tanıma oranı ile değerlendirirler, büyük ölçüde kendilerinden gizlenmiş olan asıl ruhsal gerçeklerle değerlendirmezler. Kendini tanımak bireysel gerçekleri bilmek olduğuna göre, teoriler bize bu konuda fazla yardımcı olamazlar. Bir teorinin evrensel geçerlilik iddiası ne kadar güçlü ise, tek tek bireysel gerçeklerin hakkını verme iddiası o kadar zayıf olur. Deneye dayanan her teori zorunlu olarak istatikseldir, yani terazinin her iki ucundaki istisnaları atarak bunların yerine soyut bir ideal ortalama koyar. Terazinin iki ucundaki istisnalar, tümüyle gerçek oldukları halde, sonuçta gözükmezler. Örneğin ben, eğer çakıl taşı dolu bir çanağın içindeki her taşı tek tek tartıp ortalama 145 gr. ağırlık elde etsem, bu bana çakıl taşlarının gerçek niteliği hakkında çok az bilgi verir. Bu hesaba dayanarak eline aldığı bir çakıl taşının 145 gr. ağırlığında olacağını düşünen birisi ciddi bir yanılgıya düşebilir. Hatta, istediği kadar arasın tam 145 g. gelen tek bir taş bulamayabilir.

 

Teorik varsayımlara dayanan hiçbir benlik bilgisi yoktur ve olamaz da, çünkü kendini tanımanın nesnesi tek bir bireydir – göreceli bir istisna ve kuraldışı bir fenomendir. Bireyi tanımlayan şey evrensel ve kurallı olması değil, eşsiz olma niteliğidir."

 

Kitabın ilk bölümündeki Arkaik İnsan makalesinde Jung günümüz insanının ilkel insan düzeyini "mantık öncesi" kabul ederek bizden çok farklı olduğunu düşünmesine rağmen aslında bütün farkın yola çıkılan temel varsayımların farklılığı olduğunu anlatmaktadır. Ona göre ilkel insan bizden daha mantıklı veya daha mantıksız değildir. Bu meydan okuyucu düşünce dünyaya ve kendimize bakış açımızı zorluyor. Doğayla ve kendi iç dünyasıyla bağlarını yitirmiş görünen modern insanı dünyanın merkezindeki yerinden oynatıyor.

 

İkinci bölümdeki Keşfedilmemiş Benlik ise mutsuzluğunun ve doyumsuzluğunun kaynağını dış dünyanın koşullarında aramaya yönelik insanlara kendini tanımanın önemini anlatıyor. Kendinizi tanıyıp bütünlemediğiniz taktirde dış dünyadaki koşullar ne şekilde değişirse değişsin size özgü mutsuzluğunuzun aynı kalacağını ve suçlayacak yeni bir şeyler bulacağınızı gösteriyor. Kitle zihniyetiyle kendi özgünlüğünü kaybetmiş insanların huzuru ancak kendi bireyliklerini geliştirmeleriyle bulabileceklerini büyük bir alçakgönüllülükle açıklıyor.

 

Yeni bir çıkış noktası aradığımız şu günlerde oldukça meydan okuyucu ve aydınlatıcı bir çalışma olan Keşfedilmemiş Benlik ilk yayınlandığı 1950’lerden günümüze geçerliliğini korumaya devam ediyor.

bottom of page