TÜRKİYE’NİN KİMLİĞİ, İÇİNDE BULUNDUĞU DURUM VE ÇIKIŞ YOLLARI
Barış İlhan, 2001
Siz şimdiye kadar herhangi bir ülkenin bağrından doğan ve ülkesini tanıtmak için dünyaya açılan bir dans ve müzik gösterisinde iyi ile kötünün savaştığını ve sonunda birbirlerini yenmek yerine ele ele verdiklerini gördünüz mü? Bu dans gösterisinin siyahlar içindeki tanıtım afişinde iki tarafında kurukafaların asılı olduğu bir tahtta oturan kötünün önünde file çoraplarını giymiş vamp ve fettan bir kadının size baktığının farkında mısınız? Gösterinin adı ‘Anadolu’nun Ateşi, Dansın Sultanları’. 29 Ekim’de Akrep burcunda doğan Türkiye Cumhuriyeti’nin kimliğini anlayabilmek için bu sembollere iyi bakmak gerekiyor. Ayrıca bu kimlikle dünyaya açılmaya çalışan kişileri kutlamak gerekiyor, çünkü bizi asıl doğamızla – ateşimiz, sultanlığımız, fahişeliğimiz, iyiliğimiz ve kötülüğümüzle, ve bunları bütünleyebilen kimliğimizle- tanıtıyorlar.
TÜRKİYE’NİN KİMLİĞİ
Akrep burcu, görünenin gerisindeki şeylere yönelen, derinliğin ve aşırılığın burcudur. Duyguları ya sevgi, ya nefret, ya hep ya hiç gibi aşırı uçlardadır. (Ne zaman birisi ağzını açsa derhal düşen borsa kadar aşırısı var mı?) Güç ve iktidar Akrep’in en önemli konularıdır. Güçsüzlük ve acizlik en korktuğu şeyler olduğu için yaşam yolu bunları yaşayacağı deneyimlerle doludur. Belirli döngülerle krizler çıkararak sürekli ölümü deneyimleyen Akrep, küllerinden yeniden doğan Zümrüd-ü Anka kuşu gibidir. Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana yaşadığımız idamlar, askeri darbeler, ekonomik krizler bunun tipik göstergeleridir. Akrep’i doğduğu zaman dünyadan mutlu bir kabul görmediği için içi hasetle, çevresi düşmanlarla dolu (Yunanistan, Arap dünyası, Rusya, vb.) bir insan gibi düşünebilirsiniz. Ona göre sanki dünyada her şey bir köşede fırsatını bulduğu zaman onu yutmaya hazır bekliyor gibidir. Bu durumda kontrolü ele alarak savunmaları güçlendirmek (ordu beslemek), içeride ve dışarıda herkesi her an örgütlenerek kendisini yok edecek bir düşman gibi görmek, her darbeye karşı strateji taktik geliştirmek (sürekli komplo teorileri üretmek), uyanıklık ederek gizlice başkalarının kaynaklarından faydalanmak (örneğin Türki Cumhuriyetlerinde iş yapan uyanık işadamlarımız), bunları alamadığı zaman öldüğünü hissetmek Akrep’in karanlık yönleridir. Bu süreçte Akrep çevresindekilerin isteklerini, amaçlarını hesaplamaya ve buna göre tavır almaya çalışırken, kendi olumsuz özelliklerini görmezden gelerek, kendisini saklayarak sürekli dışarıyı suçlar. Aslında içinde derin bir yıkıcılık beslemektedir. ‘Sen beni öldürmeden ben seni öldüreyim’ dürtüsü, her koşulda güçlü olma ve kazanma arzusu başının belasıdır. Ne zaman böyle bir dürtüyle harekete geçse kendi kendini sokarak öldürür. (Ne zaman dünyanın nihayet bizim önemimizi kavradığını düşünerek böbürlensek pabucumuz dama atılmıyor mu?) Şöyle düşünün: Diyelim ki Avrupa Birliğine girdik, sizce o gece bir birliğe katılmanın çoskusunu mu yaşarız, yoksa onlara ‘geçirmiş’ olmanın coşkusunu mu? Akrep’in en büyük problemlerinden biri işte bu güç savaşı mantığıdır.
Akrep’in yöneticisi olan Pluto yeraltı dünyasının tanrısıdır. Türkiye’ye baktığımızda yeraltını her yerde görebiliriz. Açığa çıkartılmamış, bastırılıp üzeri örtülmüş, kapalı, gizli saklı her şey yeraltına aittir. Bunlar arasında mafya, casusluk, rüşvet, seks ve uyuşturucu trafiğini sayabiliriz. Tabii üzeri örtülmüş olan her şey mutlaka kötü değildir. Yıllar önce toprak altına gömülmüş olan uygarlıkları barındırıyoruz. Bu sayede bir turizm ülkesiyiz. Topraklarımızın altı maden dolu. Eğer bu madenleri borç para için bağışlamazsak, inşallah bunlardan biz para kazanacağız. Bir zamanlar İpek Yolu üzerinde bulunan topraklarımız artık uyuşturucu trafiğinin neredeyse merkezi durumunda. Akrep burcunun simgelediği mevsim, doğanın dış kabuğunun çürüyerek yeraltında humusu oluşturduğu mevsimdir. Bu çürümüşlüğü her yerde görüyoruz.
Türkiye’de en sevilmeyen burcun Akrep olduğunu biliyor musunuz? İnsanoğlu karakter özelliklerini iyi ve kötü diye ikiye ayırıp, iyileri kendisi taşırken, kötüleri başkalarına yüklemek alışkanlığında olduğu için, içinde bastırdığı bu kötü özellikleri dışarıda görmekten pek hoşlanmaz. Yani trafik polisine rüşvet verip 26 milyon ceza ödemedi diye arkadaşımıza enayi derken bir bankanın paralarını cebine atanları sevmeyiz. Veya herhangi bir iş için rüşvet alırken, bizden fazla rüşvet alanları ülkeyi mahvetmekle suçlarız. Kızılderili bir reise iyiyle kötü nedir diye sormuşlar. Demiş ki: Sen benim karımı alırsan kötüdür, ben senin karını alırsam iyi.
Mevcut durumdaki tabloya baktığımızda Türkiye, ne olduğu pek bilinmeyen, yeraltında kalmış olumlu kaynaklarını kullanmak yerine, yukarıda sayılan özelliklerini ortalıklarda sergileyerek tüm dünyaya ‘Ben aslında önemli ve güçlüyüm. Beni mutlaka onaylamanız gerekir’ mesajı vermeye çalışan bir şaşkın görünümündedir. Tabii bunlara bir de Yükselen burcu olan Yengeç’ten gelen misafirperverliğini eklemek zorundayız. Bir anne gibi diğer insanların beslenmesi, barınması ve büyütülmesiyle ilgili olan Yengeç burcu ülkemizde evinde güzel ağırlama özelliği ve yemekleri ile kendisini göstermektedir.
Peki Akrep burcu gerçekten bu kadar lanetlenmiş bir burç mudur? Ve Yengeç burcu sadece yemek yapıp, misafir mi ağırlayacaktır? Türkiye’nin yeraltında, perde arkasında ve evinin mutfağında ne işi var?
Eğer durum eskisi gibi sürüp gitseydi bir sorun yoktu. Kapalı kapılar ardında gül gibi geçinip gidiyor, yiyip içiyorduk. Ancak doğada işler böyle yürümüyor. Her şeyin bir ömrü var. Ve Türkiye için bir kez daha ölümü deneyimleme ve yeniden doğma zamanı geldi. Yeniden doğarken artık Akrep’in ve Yengeç’in olumlu özelliklerini kullanmaya başlamak zorundayız.
Eğer Akrep’in karanlık yönlerine bakarsanız genellikle yıkıcılığa ve bölmeye yönelik olduğunu görürsünüz. Biz ve onlar, iyiler ve kötüler. Sanki bir savaş veya maç gibi. Oysa iyi de biziz, kötü de… Akrep’in en olumlu özelliği kaynaştırmak, bütünleştirmek ve iyileştirmektir. Yengeç de destekleyici ve büyütücüdür. Bu iki burç da kişinin iç dünyasına yönelmesini simgeleyen burçlardır. Bunlar asıl zenginliği, değer ve önem duygusunu içlerinde bulmak zorundadırlar. Dış dünya ile ilgileri sadece içlerinde bulduklarını dışarıya sergilemek boyutundadır. Dolayısıyla bu özelliklere sahip olanların başkalarından onaylanma ve önemsenme istemeleri beyhudedir. Bu tavrı sürdürdükleri sürece sürekli dikkat çekmek için tepinen ve tutturan çocuklara benzerler. Türkiye’nin önünde uzanan yol kendi kendisini beslemek, büyütmek, ancak kendi kaynakları yetersiz kaldığında başkalarından kaynak talep etmek yoludur. Paylaşmak kuşkusuz önemlidir, ancak önce kendi kaynaklarını canlandırmak zorunludur. "Ben şunu yapmak istiyorum, bunun için ben de şunlar var, geri kalanını sen verebilir misin?" diyebilmek gerekir. Türkiye şu anda "Bende hiçbir şey yok, hepsini sen ver" diyen bir ülke konumunda olduğuna göre yanlış yoldadır. (Devlet bir şeyler yapsın, geçinemiyoruz diyen ailelerin çoğunda fertlerin önemli bir kısmı çalışmamaktadır.) Artık kendini büyüterek bağımsızlığını kazanmış bir yetişkin olduğunda Türkiye dünyada iyileştirici, bütünleştirici, besleyici özellikleriyle bir kartal gibi göklerde süzülen ve çevresindeki kollayan bir ebeveyn figürü olmaya adaydır. Ancak önce içeride bunları yapmak gerekiyor. Bu da devletin işi olduğu kadar bizim de işimiz. Günlük hayatta her şeye ve herkese karşı bütünleştirici ve destekleyici olmamız, sürekli şikayeti ve eleştiriyi bir kenara bırakmamız gerekiyor.
Bağımsızlık Türkiye için gerçekten çok önemlidir. Türkiye tüm dünyaya eşitlik, kardeşlik ve özgürlük mesajı vermesi gereken bir ülkedir. Bunun için bu özellikleri önce kendi içinde geliştirmesi gerekir. Asıl bağımsızlık herkesin olduğu gibi olmasına izin verebilmektir. Bu çerçeveden baktığımızda ülkemizde gerçekten bağımsızlık yoktur. Türkiye’de (mahkemelerin dışında) çok güçlü bir yargı mekanizması vardır. Bilmek çok ön plana alınmıştır. Herkes neyin nasıl olması gerektiğini çok iyi bildiğini düşünerek konuşmaktadır. Oysa aslında Türkiye aklına fazla güvenmemektedir. Kendine uymayan hazır reçeteleri kendine uyduruverir. (Aslına bakarsanız aklına fazla güvenmemek iyidir. Bu özelliğin amacı bilgeliktir, hoşgörüdür. Ancak eskiden bu topraklarda yaşayan bu bilgelik henüz ülkemizde görülmemektedir.) Bu güvensizlikle her kafadan bir ses çıkarken iyice karmaşaya sürüklenilmekte, sonra da pür dikkat ‘düşünenlerin düşünceleri’ dinlenmektedir. Bu karmaşa içinde her şey bir mantık zincirine oturtulmaya çalışılırken içten gelen asıl bilgi ile temas kesilmektedir. Bu tabloda kendine özgü, farklı düşünceleri ifade etmek neredeyse olanaksız durumdadır. Hangi grup içinde yer alınıyorsa sürekli onu savunmak adeta zorunludur. Özgürlük yanlısı gruplarda da durum farklı değildir. Değişik bir şey yapan, farklı bir ses çıkaran birisi derhal yargılanarak mahkum edilmekte, bunun ses getirebilmesi için birileri tarafından onaylanması beklenmektedir. (Avrupa, Amerika veya bir bilim adamı söylediğine göre doğrudur mantığı.) Ortalıkta şiddetli bir fanatizm hüküm sürmektedir. Oysa Türkiye sanılanın aksine fanatik bir ülke değildir. Özünde bağrında her türlü düşünceyi ve davranışı besleyebilecek özelliklere sahip hoşgörülü bir ülkedir. Ancak saygın olma, sözünün dinlenmesi arzusu herkesi fildişi kulesine taşımıştır. Ortalık uygulamadan yoksun, sadece kendisinin haklı olduğunu savunan düşünceler karmaşası ile doludur. Bu durumda yapılması gereken artık susmak, hem kendi içini hem karşıdakini dinlemek, bunları anlamaya çalışmak ve yapıcı düşünceleri hayata geçirmeye çalışmaktır. Kitlelere söz hakkı tanımadığı için devleti suçlamak beyhudedir. Çünkü devletin simgelediği şey aslında günlük yaşamda birbirimize yaptıklarımızdan farklı değildir. Bu süreç evimizde çocuklara söz hakkı vermemekten başlamakta, işyerinde fikrimizin alınması için müdürlüğe terfi etmemize kadar sürmektedir. Ülkemizde en sık duyulan cümlelerden biri "Sen sus bakalım, bacak kadar boyunla bana akıl mı vereceksin"dir. Konuşmak için boyumuzu uzatmak veya dinlemek için uzun boylu birini aramak zorunda kalmadığımız zaman devlet de bize söz hakkı verecektir. Sıra ancak ondan sonra dünyanın bizi dinlemesine gelecektir.
Türkiye aslında çok barışçı bir ülkedir. Gönlünde yatan paylaşmak, birlikte hareket etmek, herkesin bakış açısını anlamaya çalışmaktır. Ancak Akrep’in yıkıcı yönleri ile özellikle canını yakabilecek kadar özel konularda (örneğin Ermeni meselesi) güç savaşlarına girerek, tamamen kazanmaya odaklanarak kendi yenilgisini hazırlamaktadır. Mutlak yenilgiye dönüşen, ne pahasına olursa olsun kazanma dürtüsü bastırmaya çalıştığı geçmişinden kaynaklanmaktadır. Türkiye’nin algılamasına göre geçmiş korkutucu, gelecek ise umut doludur. Geçmişe hiç bakmamak, sürekli geleceği hayal etmek bugünün gerçeklerinin ihmal edilmesini doğurmaktadır. Sürekli bastırılmaya çalışılan geçmiş Türkiye’nin sorunlarının yanısıra tüm yaratıcı ve üretken kaynaklarını da içinde barındıran bir geçmiştir. Gelecek ise, Türkiye şimdi çalışmaya başlamadıkça, asla gelmeyecektir. Ülkemizde pembe gözlükler ardında kurulan hayallere Tanrı’ya dua ederek ulaşılmak istenmektedir. (Falcıların, büyücülerin önündeki kuyrukları bir düşünün.) Öte yandan Tanrı da artık Türkiye’nin biraz çalışmaya başlamasını, kendi yaşamının sorumluluğunu üstlenmesini arzulamaktadır.
Türkiye asla klasik anlamda dindar bir ülke değildir. İnançlıdır ama dindar değildir. İnancı hepimizin bu dünyada bir gemide bulunduğumuzu ve buradaki düzenin evrene hakim daha büyük bir düzenin parçası olduğunu kavrayan bir inançtır. Türkiye’nin inancı doğaya dayalıdır. Dolayısıyla doğadaki düzen, doğanın ritmi ve enerjileri Türkiye insanı için önemlidir. Bu ülkenin yaratıcılığının kaynağı doğadır. Türkiye’nin doğayla uyum içinde toprağa kök salması zorunludur.
Türkiye’nin doğum haritasında su elementi güçlüdür. Su arıtıcı ve iyileştirici özelliği ile kullanıldığında iyidir. Aksi takdirde bir sel gibi taşkın duygular bizi boğabilir. Kendine acımak, bir kurban gibi hissederek sürekli şikayet etmek veya Tanrı’dan bir kurtarıcı (yeni bir Atatürk) beklemek en olumsuz özellikleridir. Öte yandan toprak elementi güçsüzdür. Bu da maddi dünyada barınabilmenin gereklerinin ihmal edilmesinin ve ihmal edilen gerçeklerin talepleri yüzüne çarpmaya başlayana kadar "büyümeyi" reddetmesinin göstergesidir. Maddi dünyayla ve gerçekliğin fiziksel boyutuyla temassızlık desteksiz ve köksüz hissedilmesine neden olur. Bu durumda gerçekliğin bir başka boyutu –hayalgücü ve ruhsallık- devreye girer. Bu hayaller ve ruhsallık, olumsuz biçimde kullanılmadıkça, kişinin ruhsal anlamda ve yaratıcı çabalarında hiçbir sınır tanımayacağını gösterir. Bunun sonucu verimli ürünlerdir.
Türkiye hayalgücü ve yaratıcılığı çok güçlü olan bir ülkedir. Arabası dağın başında kaldığında çevreden uydurduklarıyla onu tamir edebilenler bu ülkenin insanlarıdır. Aslında herşeyi birbiriye uydurma, bir yolunu bulma bizim en önemli özelliğimizdir. Gerçi şimdiye kadar bu özelliği birşey yaratmak yerine cebimizi doldurmak için kullanma nedeniyle bir faydasını göremedik, ancak bundan sonra artık yaratmak zorundayız. Daha önce düşünülmemiş şeyleri düşünmekte, buluşta üstümüze yok. Ayrıca bunları en son teknolojileri kullanarak yapma gücüne sahibiz. Bu anlamda dünyanın iletişim, bilişim ve yazılım merkezi olmamızın önünde engel olarak sadece kendimiz duruyoruz.
Türkiye’nin en güçlü olduğu konular kendi yaratıcılığını ve kaynaklarını öne çıkardığı konulardır. Bunlar arasında iletişim, bilgisayar, moda, yemek, spor, turizm, tarih, felsefe, edebiyat, tarım, madenler, hayvancılık, her türlü elsanatları, her türlü üretim, her alanda yenilikler sayılabilir. Ancak ilerleme yolunda Türkiye’nin zenginleşme gibi, para gibi maddi hedefleri bir kenara bırakması gerekir. Türkiye için asıl önemli olan değerler ruhsal değerlerdir. Kalbine, ruhuna, içindeki çekirdeğe ve ateşe ulaşamayan her türlü hedef için çaba göstermek beyhudedir. Türkiye ancak değerlerini bu şekilde belirledikten sonra istikrarlı bir ekonomiye kavuşabilir. Bu da para için ruhunu satmamak demektir. Türkiye’nin maddi ve manevi anlamda güvenliğe ulaşmasının yolu üzerinde yaşadığı toprağı, geçmişini, köklerini ve kalbini onurlandırması, bu toprakları geçici olarak görmemesi, buraya kök salması, dolayısıyla beslemesidir. Artık benden sonra tufan diyen göçebe zihniyetinin bırakılması zorunludur.
Türkiye’nin güçlü olduğu noktalardan biri de tarafsızlık, arabuluculuk ve ikna yeteneğidir. Türkiye her anlamda karizmaya sahip, dikkatleri hemen üzerine çeken bir ülkedir. Ancak bunu sırf önemsenmek, başkalarını kandırmak veya yönetmek ve kendine bağımlı kılmak için yapması ölümüne neden olur. Bu özelliklerini her türlü çıkardan uzak kullanması gerekir. Yani Türkiye öncelikle kendi iç dünyasıyla ilgilenmeli, kendisini büyütmelidir. Bu arada dünyadaki konularda da tarafsızlığını ve arabuluculuğu sürdürmelidir. Uyanıklık dürtüsüyle birilerinin yanında yer almasının sonu hüsrandır. Türkiye’nin dünyadaki işi hepimizin bir bütünü oluşturan parçalar olduğumuzu, ancak bunun da tek tek kendi özelliklerimizi ve bağımsızlığımızı koruyarak yapılabileceğini göstermektir. Bu amaçla kullanabileceğimiz en önemli silahlarımız da sinema, edebiyat, müzik ve gösteri sanatlarıdır.
TÜRKİYE’NİN İÇİNDE BULUNDUĞU DURUM
Türkiye şimdiye kadar izlediği yolu gözden geçirmesine ve gerekli düzenlemeleri yapmasına olanak sağlayacak bir ölüm sürecine girmiştir. Aslında birkaç yıl önce başlamış olan (Susurluk, deprem gibi) bu süreç 2001 yılında daha akut bir hal almıştır ve 2002 yılında da sürecektir. Her ölümü yeniden doğum izlediğine göre ışığa ulaşmanın yolu ölümün amacının kavranmasında yatar. Bundan önce yaşananlar yaşanmış, her şey sona ermiştir. Artık Akrep burcunun yeraltında çürüme sayesinde oluşturduğu humusu kullanma zamanı gelmiştir. Biliyorsunuz humus bitkilerin büyümesi için zorunludur. Bir verimlilik kaynağıdır. Bu ölüm süreci şimdiye kadar Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihinde hiç yaşanmadı. Bu ilk örneği. Benzerleri geçmişte vardı ve benzerleri gelecekte de olacak, ama bu türlüsü bir daha yüzyıllarca yaşanmayacak. Bu çerçeveden bakarsak ne kadar önemli bir süreç içinde olduğumuzu anlayabiliriz. Bu bizim kendimizi gerçekleştirme ve kimliğimizi tüm potansiyellerimizle dünyaya sunma zamanımızdır. Tüm bunlar bugünden yarına olmayacak ve en önemlisi kendi kendine olmayacak. Eğer bu fırsatı kaçırırsak daha yıllarca toprak altında çürümeye devam edebiliriz. Yeniden doğmak için hepimizin gayret göstermesi gerekiyor. Bu savaş III. Dünya Savaşı değildir, bu savaş Türkiye vatandaşlarının devletle veya hükümetlerle savaşı değildir. Bu savaş bizim varoluş savaşımızdır. Bir bakıma ikinci kurtuluş savaşımızdır. Nasıl ilk Kurtuluş Savaşı tamamen kendi kaynaklarımızla ve gücümüzle kazanıldıysa bu da öyle kazanılacaktır. Bu sefer ki düşman kendimiziz. Ve en zor işi başarmamız, kendimizi yenmemiz gerekiyor.
Önümüzde duran en büyük engel değişime direnç ve korkudur. Yolumuz açık değil, önümüz kapalı, ama bunun nedeni biraz durup şimdiye kadar yaptıklarımızı gözden geçirmek zorunda olmamız. Şimdi geçmişin muhasebesini yapıp, izlenen yolları analiz edip kendimizi düzeltme zamanı.
Önümüzdeki en büyük sınav bilinenden özgürleşmek. Şimdiye kadar hayatımızı bilinen bir takım kurallara göre sürdürüyorduk. En alışkın olduğumuz şey krizlerdi, ama her krizden bir şekilde sağlam çıkıyorduk. Her şey eski haline dönüyordu. Bir işten çıkartılıyorduk, kısa süre sonra bir benzerini buluyorduk. Aynı şekilde kazanıp, aynı şekilde harcıyorduk. Ancak bundan sonra hiçbir şey aynı olmayacak. Benzer işleri bulamayacağız. Çünkü şimdi dünyaya bakışımız ve değer verdiğimiz şeyler değişiyor.
Aslında bu bizim içimizden doğan bir değişim arzusudur. İçimizde bir şeyler bunun böyle gitmemesi gerektiğini söylüyor ve değişimi tetikliyor. Bu tetiklenme aniden gerçekleşen sürprizlerle ortaya çıkıyor, hepimiz şaşırıyoruz ve ne yapacağımızı bilemiyoruz. Hepimiz sırtımızı aksak, çürük bir düzene dayamış yaşıyorduk. Çürüktü ama yine de bir düzendi. Şimdi dayanacak bir yer kalmadı. Bunu dışarıdan istemek beyhude, çünkü biz kendi kaynaklarımızı zorlamaya başlamadıkça yeni bir dayanak bulamayacağız. Borç batığına düşmüş bir aileyi düşünün. Sürekli komşularının yardımlarıyla yaşayamaz ki. En sonunda tüm aile fertleri ne yapabiliyorlarsa onunla para kazanmaya çalışırlar. Evin hanımı örgü biliyorsa bir şeyler örer satar. Bu sayede yetenekleri ortaya çıkar. Bir bakmışsınız birkaç yıl sonra bu ev hanımı bir triko atölyesinin sahibi olmuş. Yani bu ölüm süreci kendi özelliklerimizi zorlayarak ortaya çıkartmak için yaşanmaktadır. Bundan sonra statü, diploma, zenginlik gibi konular önemini yitirecek, hayat basitleşecek, herkes gönlünden geçenlere yönelecektir. Artık meslekler ve okullar arasındaki hiyerarşik farklılıklar ortadan kalkacak, üniversite=güvence mantığı silinecektir. Bu sayede yaşanan özgürleşme ile ülkenin üretim yapısı değişecektir. Asalak yapılar yok olacaktır.
Kısaca içinde bulunduğumuz ölüm süreci aynı zamanda bir özgürleşme sürecidir. Artık her türlü saygı, statü ve onay ihtiyacını bir kenara atarak istediğimiz gibi olabiliriz. Şiddetli bir özgürlük rüzgarı esiyor. Ve biz bu fırtınadan çok korkmuş durumdayız. Ancak önünde dimdik durmaya çalışırsak kırılırız. Onun yerine rüzgarla birlikte eğilip bükülmemiz lazım. Böylece kuru dallar ve yapraklar gider, onların yerine fırtınadan sonra yeni dallar çıkar.
Bugünden sonra fırtına tüm şiddetiyle 2002’nin ortalarına kadar sürecektir. Ekonomik anlamda Nisan ayından sonra rahatlama söz konusudur. Ancak burada yanılmamak ve hemen rahatlamamak gerekir. Ortaya çıkan kaynakları akıllıca kullanmakta yarar var, çünkü bir süre rahatlamış görünsek bile Eylül ayından sonra tekrar kısıtlanacağız. Bu arada riskli ve spekülatif girişimlerden uzak durmak gerekir. En iyisi kendi kaynaklarına yönelmek. Tabii burada yaratıcılıktan, üretimden söz ediyoruz.
ÇIKIŞ YOLLARI
İçinde bulunduğumuz kriz, dolayısıyla ölüm süreci her ne kadar kendisini ekonomik olarak göstermişse de, asıl anlamı parasal değildir. Bu kendi kimliğimizi yeniden oluşturma, dünyaya ve kendimize eskisinden farklı yaklaşmayı öğrenme ve kendimize yeni bir yol çizme sürecidir. Türkiye Cumhuriyetinin doğum haritasına göre bu süreçte yapılması gerekenler aşağıda sıralanmaktadır. Bir ülke tek tek bireylerden oluştuğuna göre aşağıdaki maddeler hem devletin hem de bireylerin özen göstermesi gereken konulardır.
-Artık kendimize acımaktan, devletin, işverenin veya yabancı ülkelerin bizi kurban etmesine ağlaşmaktan vazgeçmeliyiz.
-Kendi hayatımızın sorumluluğunu üstlenerek, sabırla, disiplinle, adım adım kendi geleceğimizi inşa etmeliyiz. Kısa yoldan zenginlik hayallerini unutmalıyız.
-Endişe ve korkuyu bir kenara atıp, değişime uyum sağlamalıyız.
-Artık susup, biraz doğada yalnız başımıza vakit geçirmeliyiz.
-Bizden bekleneni yapmak yerine kalbimizin sesini dinlemeliyiz.
-Başkalarının işleriyle ilgilenmekten, onların neler yapacaklarını, bize neler verebileceklerini hesaplamaktan ve istemekten vazgeçmeliyiz.
-Harekete geçmek için başkalarını beklememeliyiz.
-Sürekli eleştireceğimize birbirimizi desteklemeliyiz.
-Her türlü düşüncemizin bölmek yerine bütünleştirmeye hizmet etmesine dikkat etmeliyiz.
-Hepimiz çalışmalıyız.
-El becerilerimizi, yeteneklerimizi geliştirmeliyiz. Bu doğrultuda önce çıraklık yapmaya razı olmalıyız.
-Güven duygusunu dışarıda aramamalıyız.
-Duygularımızı ve isteklerimizi açıkça ifade etmeliyiz.
-Ruhsal ihtiyaçlarımız ile fiziksel ihtiyaçlarımız arasında bir denge yaratmalıyız.
-Çok saçma ve hayalci gibi görülse bile kendi yolumuzu kendimize göre çizmeliyiz.